Seksenli yılların başları, darbenin hemen sonrası… Çocukluğum… Yarınlara yönelik umutlarımı yeşerttiğim yıllar. Neler yaparım neler, altını üstüne getiririm bu dünyanın. Ne açıkta ne de açlıkta kalır insanlar. Huzurun temsilcisi, adaletin yılmaz bekçisi olurum. Kimsesizlerin kimsesi, gariplerin, düşkünlerin eli kolu, hastaların şifa umudu olurum. Büyük hedeflerim var benim hem de çok büyük. Öncelikle şu çalışma şartları çok ağır olan köyden kurtulmalıyım. Hiçbir teknolojinin toprağın işlenmesinde kullanılmadığı, ya da arazi yapısından kaynaklı kullanılamadığı ve tüm işlerin insan gücüne bağlı yapıldığı bu güzel köyden kurtulmalıyım. Elbette gezmeye, derelerinde çimmeye, balık tutmaya, senede bir ay da olsa fındık toplamaya gelmeliyim. Köyden kurtulmak derken ondan nefret etmek değil kastım. Köy işleri bana göre değil sadece hepsi bu. Tüm bu hayaller yumağıyla yoğururken bedenimi ve ruhumu kendimi ortaokul yıllarında buldum. Derken lise yılları ve sonra üniversite yılları, eğitim fakültesi mezunu gencecik bir öğretmen.
Özellikle ortaokul yıllarından itibaren lise de dâhil olmak üzere almış olduğum mesleki eğitim beni dini vecibelerin yerine getirilmesi noktasında biraz daha hassas davranmaya sevk etti. İmam Hatip yıllarımın aile yapımızın genel örf ve adetlerine katkı sunan bilgi tasarımı sayesinde daha duyarlı, kul hakkına riayet eden, ataletten uzak duran, adaletin teknesinde yoğrulan ve şekil alan bir birey olmamı sağladı. Bol bol kitap okuduğum, kitap tahlilleri yaptığım, dünyayı sorguladığım ve hayalini güttüğün yarınların peşinden koştuğum güzel yıllar. Yaramazlıklarımı içinde barındıran, siyah beyazlı televizyonların son demleri, gazetelerin baş tacı yapıldığı, kütüphanelerin devasa büyük anlamlara büründüğü o yıllar. Adalet mekanizmasının atalet yüklü yüreklere prangalar vurduğu çalışanın emeğinin karşılığını alabildiği anlam yüklü yıllar… İnsan olma şerefinin insan olma yolunda harcandığı, Osmanlı kadını, Cumhuriyet beyefendisi kavramlarının toplumun tüm katmanlarında hissedildiği meşhur orta direk ailelerin çoğunlukta olduğu materyalist zihniyetin henüz manevi iklimleri kirletmediği güzelim yıllar.
Mülakat denilen ucubenin olmadığı, Köylü Mehmet Ağanın çocuğu ile esnaf, tüccar, bürokrat çocuklarının sınavlar neticesinde puan üstünlüğüne göre yönetim ve memurluk kadrolarına atandığı yıllar ne çabuk geride kalmıştı. Bizler serpilmiş, hayatın çarpık yönlerini keşfetmeye başlamıştık. Sağ sol düşüncesinin içinde boğulan kısır bir döngüyle yok olan koca bir neslin arkasında bıraktığı mağdur ve mazlumlar da vardı bu toplumun içinde… Nice zamandır üstüne akıl yorduğumuz bu kuzey, güney doğu batı sentezi, sağ sol çıkar çatışmaları bizleri öz kimliğimizden uzaklaştırmıştı belki de… Yıllar içinde iktidarda olan koalisyon hükümetleri birilerine tü-kaka derken birilerini ise yüceltmişti. İnsanların bilime ilime düşkünlüğü hükmünü yitirmişti. Bunun yerine dış görünüşe mahkûm edilen insanların, kılık kıyafetleri, giydikleri sorgulanır olmuştu. Ve ne acıdır ki birçok gencimiz üniversitelerden atılmış, öğretmenlik başta olmak üzere birçok devlet memurluğundan çıkarılmıştı. Yıllar sürecek olan büyük travmalar yaşanmıştı. Ülkemizin Peygamber ocağı olan ordularına gönderilen Mehmetçiklerin anneleri yemin merasimlerine alınmamış adalet duygusu iç edilmişti. İnsan onuru zedelenmişti. Hanımefendi kardeşlerimizin uğradığı bu insanlık dışı uygulamalar gücün bir elde toplanmasının sonucu idi elbette. Askeri vesayetin ağır izlerinin varlığı devam ediyordu. Fakat siyasi arenada buna yönelik eylem yoktu. İcra makamları günü birlik planlamalarla kendilerinin refahı için ülkem insanının hayatını karartmaya devam ediyordu. Ama yine de her şeye rağmen adalet mekanizması, hukukun üstünlüğü ilkesi, mahkemelerin mevcudiyeti; insanların, garip gurabanın, zayıfların, düşkünlerin, kimsesizlerin kimsesi olmaya namzetti. Yıllar böylece gelip geçiyor dünya ilimin ışığında hızlı bir ivmeyle yol kat ediyorken biz kendi mecramızda yerinde saymaya devam ediyorduk. Devran döndü, mağdur ve mazlumların güce gark olduğu dönemlerden gelip geçtik. Ne mi değişti? Hiçbir şey! Daha çok torpilin yapıldığı, daha çok kul hakkının gasp edildiği, gençlerimizin bir yığın işsiz olarak umutsuzca gözlerimizin içine baktığı bir döneme denk geldik. Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık. Dün nelerden şikâyet ediyorsak fazlasıyla bizler yapar olduk. Bir önceki grubun referansı Anayasa ve Atatürk ilkeleri idi. Yeni dönemin referansı ise yapılanlara mukabele ve inanç değerleri oldu. Kaldı ki bu daha da büyük sorunsalı önümüze getirdi. Adalet yeknesak olunca toplumun her katmanında hızlı bozulmalar başladı. Boşanmalar çoğaldı, aile içi şiddet çoğaldı, kadına şiddet Nirvana’ya ulaştı. Benim adaletim ataletlilerin adaletine denk düştü. Emek vermeden akıl ve alın teri tüketmeden, dirsek çürütmeden, göz nuru akıtmadan, güçlüler güçsüz ya da ötekileştirilenlerin ümüğüne çöktü. Doğruyu söylemenin söylemi, “söz söylesem kifayetsiz sussam gönül razı değil” hükmüne denk geldi. Bir örnekle açıklama yapalım. Mevzuat diyor ki; tamamen kız çocuklarının okuduğu bir okula öncelikli olarak bir hanımefendi yönetici ataması yapılır. Hanımefendi yöneticilerden başvuru olmazsa erkek yönetici o okula atanabilir. Böyle bir okul… Hanımefendi yöneticiler boşalacak olan bu okul kadrosuna müdür olarak başvuru yapıyor. Başvuru yapan erkekler de var. Kim atanacak? Tabi ki hanımefendilerden puan üstünlüğüne göre liyakat çerçevesinde birisi. Öyle mi oluyor? Maalesef…
Bana bu dünyada adalet lazım. Öbür dünyanın adaleti Yüce Yaradan tarafından tesis edilmiş. Orada torpil yok, orada nüfuzlu ailelere öncelik yok, orada devlet başkanlarına, kurum kuruluş, STK yöneticilerine öncelik yok. O sebeple de benim orayla ilgili bir derdim yok. Fatih Sultan Mehmet Han’ın ifade buyurduğu gibi “kula kulun soracağı soruları sorun, Allah’ın soracağı soruları değil”. Bugün kula Allah’ın soracağı soruları sormaya tevessül edenler ataletin pençesinde adaletin içine etmiş durumdalar. Farkındalar, bal gibi de farkındalar. Ama dünyanın şatafatı ve cazibesi adalet, merhamet, likayak ve ehliyet kavramlarını yüreklerden uzaklaştırmış durumda.
Ezcümle şunu söylemek mümkündür. Gemi su almaya devam ediyor. Tez zamanda hangi zihniyetin temsilcisi olursanız olun ama önce insan olun. Dünyevi düşüncelerimiz farklı elbette. Ama dünya ortak alanımız, birilerinin cirit alanı değil. Zehirlediğiniz her bir birey er ya da geç sizi de zehirleyecektir. Attığınız yok ettiğiniz her bir insanın onuru, inancı er ya da geç yakanıza yapışacaktır. Bu sebeple ataletin içinde yer bulan tüm çıkar grupları ve bireylerine tez zamanda kin ve nefret tohumları yerine sevgi ve kardeşlik tohumları saçmaya başlayın demek istiyorum. Biz çok güçlü bir ülkeyiz. Kardeşiz. Âmâ benim hakkımı gasp edenlerle kardeş olamam. Kul hakkını çatır çatır yiyenlerle kardeş değilim. Zalimin zulmünü reddediyorum. Yarın mahşer günü de bu yazılarımı şahit tutacağım. Yalanlar ve haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır, ben bu gruba dâhil almayacağım inşallah.
Saygılarımla
İrfan ERTAV
Yazar
İnstagram: @yazar.irfan_ertav
Facebook: Uzman Muallim
G-mail:irfanertav@gmail.com