Ohrid Şehri ve Ohrid Gölü çok iyi korunmuş, gerçekten mükemmel doğa. 300 metreye yaklaşan derinliğe sahip göl aynı zamanda Dünyanın en yaşlı ikinci gölüymüş. Gölde tekne turuna katıldık ve eşsiz manzarayı seyre daldık. Göle özgü Ohri İncisi ve tesbih satan mücevherciye hanımlar yoğun ilgi gösterdiler. Şehir içerisinde Osmanlı döneminde Safranbolu’dan gelen ustaların imar ettiği, Safranbolu mimarisinde evler de bulunuyor. Çok sayıda eski kilise ve sahilde şehrin azizlerinin heykelleri de bulunmakta. Bu bölge, Unesco Kültür Mirasları Listesindeymiş. Ohrid, aynı zamanda Kiril Alfabesinin doğduğu yer. Ayrılmakta zorlandığımız güzel Ohrid’den Tetova’ya geçerken, bir Arnavut köyünde Cuma namazı için mola verdik. Bizler namazdayken, hanımlar otobüsümüzü park ettiğimiz yerdeki evin hanımıyla tanışmışlar, kaynaşmışlar. Evin hanımı bizimkilere ikramlarda bulunmuş.
Sonrasında, Tetova (Kalkandelen) Şehrini gezdik. Şar Dağlarının eteklerinde kurulu şehirden Pena Nehri geçmekte. Biz, doğruca Alaca Camii’ne geçtik. İki kız kardeşin çeyiz parasıyla yapımına başlanan ve kadın elinin değdiği belli olan çok güzel, nahif bir cami olan Alaca Camii’nde namaz kıldık. Bahçesindeki ferah sudan içtik. Tetova (Kalkandelen) da çay içebileceğiniz işletmeler de bulunmakta. Ben oturup çay içemedim ama diğer grupta yer alan arkadaşım Şair-Yazar İdris Ekinci’nin çay içerken yaşadıkları beni de duygulandırdı. Çaycının sahibi, müşterilerinin Türk olduğunu anlayınca, para almak istememiş ve “ALLAH C.C, bugün beni siz Müslüman kardeşlerime hizmet etmekle şereflendirdi. Bizi buralarda yalnız bırakmayın, sık sık gelin” demiş. Bu ne saadet Ya Rab…
Ardından başkent Üsküp’e geçtik. Üsküp’te Osmanlı eserlerinin olduğu çarşıyı, taş köprü ve yakın zamanda yapılan heykellerin olduğu meydanı gezdik. Büyük İskender ve Babası II.Filip ve olimpiyatlara ismi verilen annesi Olimpia hakkında Rehberimiz Emir Beyi dinledik. Makedonya genelinde yirmi beş bin civarında heykel varmış. Bu kadar heykel, Avrupa Birliği tarafından beş yüz milyon euro ödenip fonlanarak yaptırılmış. Ben bu durumu, Avrupa eliyle bu heykeller yaptırılarak, Üsküp’de Osmanlı eserlerinin gölgelenmesi olarak yorumladım. Hemen hemen tüm Batı’nın geçmişlerini dayandırdıkları ve kendisiyle övündükleri, Antik Dünyanın en büyük İmparatorluklarından birini kuran Büyük İskender’in topraklarının, heykellerle doldurulması çok da anlaşılmaz bir durum değil. Bu arada Büyük İskender’e bir buçuk İskender de deniyormuş. Bunun nedeni ise boyunun bir metre elli iki santimetre olmasıymış.
Ertesi gün, tekneyle Matka Kanyoyunu gezdik. “Cennetten bir köşe” diyorlarya, işte öyle. Nasıl tasvir etsem ne desem, gözünüzle gördüğünüz gibi olmaz. Kanyon gezisinden sonra ver elini Kosova. O kadar dağlık, ormanlık alandan sonra, ismiyle müsemma bir ova olan Kosova’dayız. İlk durağımız; Orhan Bey’in oğlu, Yıldırım Beyazid’in babası Osmanlının 3. Padişahı I.Murat Hüdavendigar’ın iç organlarının gömüldüğü türbe. Türbenin yanındaki müzede I.Murat’ın duasına da yer verilmiş. Duayı okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Kosova, halkının yüzde doksan üçünün Müslüman olduğu, Arnavutça konuşulan bir ülke. Yol boyu, UÇK yazısını, Kosova devlet başkanı ve genelkurmay başkanının resimleri görülüyor. Kosova’dan Arnavutluk’a geçtik. Yine çok güzel doğası olan bir ülke. Drin Nehri çok güzel. İşkodra Gölü görülmeye değer. Arnavutluk, aynı zamanda nüfusunun yüzde altmışı Müslüman olan bir ülke. Bu ülkede bir gece konakladıktan sonra Karadağ’a geçtik.
Kartpostallık bir ülke daha. Dünyaca ünlülerin ziyaret ettiği Sveti Stefan (Budva) Adasını gördük. Ada, artık bir yolla karaya bağlandığı için yarımada olmuş. Gezdiğimiz en güzel şehirlerden biri olan Adriyatik Denizi Sahilindeki Kotor da Karadağ’da. Kotor’un mutlaka gezilmesi gereken çok güzel bir kalesi de bulunuyor. Karadağ’dan Hırvatistan’a geçmemiz hiç kolay olmadı. En az iki saat bekletildik. Bavullarımızı otobüsten elimize aldık. Otobüste bulunan sularımız fazla bulundu. Bir daha otobüse bu kadar su alırsak ceza yazacaklarını söylediler. Meşakkatli bir yolculuktan sonra meşhur Dubrovnik Şehrine geçtik. Kaptanımız, gezeceğiz alana bizleri bırakırken yedi sekiz santim çapında bir dubaya değerek hafifçe eğdi. Dubanın işlevinde bir bozulma olmamasına rağmen bu iş içinde saatlerce, ilgili polisin gelmesini bekledik ve ceza ödedik.
Dubrovnik’de, Sivaslı olduğu ve Sivas’ta medfun bulunduğu iddia edilen fakat bugüne kadar hiçbir tarihi vesikada adına rastlanmayan, İslamiyet öncesinde yaşamış Aziz Vlas hakkında bilgiler aldık. Konuyla ilgili olarak gurubumuzda bulunan Kübra Hanım da bilgilendirme yaptı. Dubrovnikliler, geçmişte yaşanan bir depremde ve sonrasında, şehirlerini Aziz Vlas’ın koruduklarına inanıyorlarmış. Aziz Vlas’ın, Dubrovnik Şehrini elinde tutan çok sayıda heykeli de bulunmakta. Hırvatistan’da saatlerce bekletilince, “hemşehrimiz(!) bizi bırakmak istemiyor” şeklinde espriler yapıp, gülüştük. O gün, otelimize ancak gece yarısına doğru ulaşabildik ve akşam yemeğini de ekmek arası peynirle geçiştirdik. Aslında salam da vardı ama domuz ürünü olabilir şüphesiyle yemedik. Sabah kahvaltısıyla birlikte Bosna’daki Kravitsa Şelaleri’nin yolunu tuttuk. Şelaleleri görünce hem çok sevindik hem de ülkemizdeki şelaleler niçin böyle korunmuyor diye hayıflandık. Sızır Şelaleleri de Gökpınar Gölü de aynı şekilde korunup, temizlenip, düzenlenebilir. Buradan, geçmişte Hırvatların Osmanlı’ya teşekkür için hediye ettikleri Poçitel Köyüne uğradık…
Es-selam…
D E V A M E D E C E K
Ömer Emir DOĞAN
Eğitimci-Yazar