Çocuklara hep aynı soruyu yöneltirler! “Ah canım şuna bakın ne kadar şeker şey! Söyle bakalım güzel kız ileride ne olmak istiyorsun?” Her seferinde aynı yanıtı verirdi Zerrin, kendinden emin bir duruşla, ben “Doktor” olmak istiyorum.
Henüz 18 yaşında olan ve bu yaşına kadar şehir dışına hiç çıkmamış olmasına rağmen, en ufak bir endişe duymadan Ankara Tıp Fakültesi 1.sınıf öğrencisi olarak Ankara Kızılcahamam ilçesinde tek başına ev tutup yerleşmişti. Üniversiteyi yeni kazanan birçok öğrenci gibi, ilk dönem afallaması gerekirken Zerrin “çalışmalıyım” ifadesini sürekli kendine ihtar ederdi. Kimseden beklentisi olmadığı için kazandığı bursla yetinecek, evin tek çocuğu olmasına rağmen maddi sıkıntı çekmeyeceğini bildiği halde her telefon görüşmesinde ailesinin ısrarları üzerine sürekli “Hayır maddi ihtiyacım yok babacım” derdi! Çünkü Zerrin’ in şımarık kızlar gibi marka takıntısı, makyaj arzusu olmamıştı.
Çok az sayıda ki arkadaşlarıyla görüşür gereken ders konuların da mütalaa eder, vaktini güzel ve yararlı işlere harcar, nezaketli tavırlarıyla hep dikkat çekerdi… Ankara’nın Kızılcahamam ilçesi tamda onun tahayyül ettiği gibi bir semtti.
Yazın serin kışın ise karla kaplı sokaklarında yürümek, kardan adam yapan çocuklarla oynamak, dolmuşa binmek, her gördüğü yaşlılara selam verip, onlarla hasbıhal etmek onu mutmain ediyordu.
Kar yağarken daha bir mutlu olurdu Zerrin! Kar yağınca bir sessizlik çöker, huzur bulurdu. Her bir tanesi nazikçe yere düşen kristalleri seyrederken...
Altındağ ilçesinde bulunan tıp fakültesi bulunduğu semtle tam bir saat yirmi dakika sürüyordu. Nedeni ise kiraların bu semtte yüksek olmasıydı. Uzun yolculukları sevdiği için hiçbir saniyesini boş geçirmez romanlarını okurdu. Çam ormanları arasında doğası, lezzetli yemekleri, enfes gözlemeleri ve her gün aynı saatlerde içtiği bol mineralli meşhur Kızılcahamam sodası…
Zerrin kütük kadar ağır olmasına rağmen kitaplarını taşımaktan zevk alırdı. Çünkü arzuladığı doktorlukta öğrenmenin durağı olmayacaktı. Hayatı boyunca okuyacak yeni şeyler öğrenecekti. Okul, ev, dolmuş, masa, ders ve yatak arasında gidip gelen bir yolculuktu hayatı. Ta ki annesinden gelen telefona dek!
Komşuluk ilişkilerinin en sağlam olduğu dönemlerde sıkıca bağlanmıştı Zerrin yan komşusu Fatma teyzesine! Onun için çok kıymetli idi. Annesi en son telefon görüşmesinde hastalığından bahsetmiş ağlamaktan konuşamamıştı. Günlerce odaklanamadı derslere kaygısından! Kitap okumayı bırakmıştı uzun süren dolmuş yolculuğunda dalıp giden, akan gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Nedeni ise geçmişte yaşadığı üzüntülerdi Fatma teyzesinin…
Her gün evine İçkili gelen bir eş, yıllarca her şeye çocukları için katlanan bir anne idi Fatma! Gözleri mosmor çıkmasın diye dışarı çıkarken sürekli gözlük takardı. Mor gözleri soranlara ise ya merdivenden düştüm ya da çocuk işte elinden pili gözüme attı gibi bahanelerle hala eşinin kusurlarını örtmeye çalışan güçlü bir kadın…
Bu gidecek, sığınacak limanı olmayan bir insanın çaresizliğidir. Yıllarca sürmesi ve içine attığı dertlerin bir gün yine ondan çıkması kötülere hiçbir şeyin olmamasıydı “Hayat” denen zorlu mücadele…
Sadece Zerrin’lere gelip içini döker ağlayarak benim bir suçum yoktu bu kez sanki her dayakta hatası varmışta bu kez hatalı değildim diye anlatış hikâyesi… Sabah elinde beklediği yumurtanın neden rafadan olmaması idi dayak nedeni!
Beş erkek kardeşin tek kızı olmanın zorluğu ve her seferinde dayak yiyip “defol git babanın evine” kelimesinin sürekli tekerrür etmesi, kardeşlerinin evine gidince ise bir yere sığamadan yengelerinin “başımızı belaya sokma ağabeylerini düşün” diyerek tekrar eve dönmesi idi makûs kaderi…
Fatma ketum bir kadındı. Ketum olmak, kendi sırlarını içinde tutmak, kimseyle derdini paylaşmamak, sıkıldığını, üzüldüğünü, korktuğunu dışarı belli etmemek marifet sayılırdı o yıllarda! Annesinin “çocukları bırak gel” deyişine mi yoksa “istemiyorsan kapı orda” cümleleri mi bu hastalığa sürüklemişti onu… Uzun süren bir üzüntünün ardından Zerrin kendini kısa sürede toparlayarak hemen çözüme odaklanmıştı. Fatma teyzesinin bu hastalığı birlikte yenecekler yeni bir hayata merhaba diyecekleri bir gün hazırlayacaktı. Bu çokta kolay olmayacaktı bir yandan!
Eşi büyük problem yaratacak diye düşünürken “Zerrin Fatma teyzen iyileşsin ben bu hasreti çekmeye razıyım” cümlesi çok şaşırtıcıydı. Pişmanlık mı yoksa vicdan mı? İnsanoğlu bazen en büyük mahkemelerden bile berat edebiliyor peki vicdanlardan berat etmek kolay mıydı? Bunca yıl yaşattıklarının acısı onun birkaç günlük pişmanlığı ile mi son bulacaktı?
Her şey den habersiz henüz 10 yaşında olan küçük kızı Zeynep ile Erzurum’dan Anakara’ ya yolculuğu başlamıştı. Fatma, ailesinden daha ileri tuttuğu komşuna tek bir kelimesi ile itimat edip iyileşeceğine inanarak gelmişti, Zerrin kızının yanına… O daha gelmeden Ankara’ da bulunan onkoloji hastanesi için doktor randevularını oluşturmuştu. Hastalığı ile ilgili henüz detaylı bir araştırma yapılmamıştı. Yanında getirdiği patoloji sonuçlarını okurken durumun ciddiyetini anlamıştı. 3.evre safra yolları kanseri idi çok sevdiği Fatma teyzesi! Habersizdi metastaz olan bedeninin yorgunluğundan…
İlk defa babasından maddi anlamda destek istedi yıllar sonra! Dolmuşlarda teyzesini yormayacaktı. Ehliyetini geçen yıl almış ve babasının arabasını kullanarak öğrenmişti. Kendinden emin oluşu bütün zorlukları yenmesini sağlamıştı. Çıkan hiçbir olumsuzluğa meyil vermemişti. Babasının gönderdiği parayla hayalini kurduğu lüks otomobil değildi belki ama işini görecek ve ayağını yerden kesecek bir araç almıştı…
Poliklinik, acil, okul, saçı başı dağılmış, rengi solmuş, çok kilo vermiş olması nedeniyle Fatma teyzesi çok üzülüyordu Zerrin’in bu durumuna! Dua çemberi oluşturmuştu adeta her yaptığı işte dualarındaydı.
Kan bağı olmayan fakat can bağı bulunan, yaşadıklarını bir nebze de olsa unutturabilmek için çabalayan “Beyaz Önlüklü” doktor adayıydı Zerrin!
Bu hastalıkta moralin ne kadar önemli olduğunu herkesten daha iyi biliyordu. Kemoterapiler, mide bulantıları, iştahsızlıkla geçen bu yorgunluğu biraz olsun hafifletmeye çalışmak için hafta sonu Ankara’yı gezdirmeye çıkarmıştı Fatma teyzesini!
Kızılay Meydanın da Konur sokakta bulunan bir mekânda güzel bir kahvaltı ile başlayıp, insanların telaş içerisinde bir yerlere yetişmeye çalıştığı, kalabalık bir o kadar da sıcak insanlarla merhabalaşmanın mutluluğu içerisindeydi. Ankara’nın merkez noktasıydı Kızılay! Çok fazla yemese de kızı Zeynep’in gözlerinde ki mutluluk onun moralinin düzelmesine yetmişti.
Eve dönünce, Zeynep’in enerjisi hiç bitmemişti. Fakat Fatma, yorgun düşmüştü. Zerrin gözlerini ayırmadan, değişen ten renginden sanki olacakları önceden hissediyordu.
Ama Fatma hem bedenen hem de ruhen güçlü bir kadındı. Zerrin ona her baktıkça içten içe acısını her geçen gün daha fazla hissediyordu. Bu kadar hızlı ilerleyen tümörün farkına bile varmayan, bütün organlarına nüksettiğini bilmeden, acı çektiğini bilmesine rağmen sağlıklı bir insan bedenine bürünmesine hayran kalmıştı.
Gece Zeynep’in çaresizce attığı çığlıkla uyandı Zerrin! Annemin ağzından kan gelmeye başladı dedi! Sendeleyerek koşan Zerrin hemen hastaneye götürdü.
Sabaha kadar bitmek bilmeyen tetkik sonuçları bekleyişi devam ediyordu. Acilin eve göndermeme nedeninin biliyordu Zerrin! Kanama durdurulmazsa acil olarak ameliyata alınacağını ve bu ameliyattan sağlam çıkamayacağını da! Zerrin artık bu yükü kaldıramayacaktı. Annesini arayıp Fatma’nın diğer çocuklarını da alıp buraya gelmesini istedi. Eşini görmek dahi istemiyordu. Defalarca gelmek için yeltense de oda bu durumun farkındaydı. Artık pişman olmak için çok geçti…
Fatma çocuklarını görünce mutlu olmuştu. Çünkü gözleri açık gitmeyecekti. Hakkınızı helal edin çocuklarım size emanet diyerek, yaşamı boyunca çektiği acılar son bulmuştu belki… !
İlk değildi Fatma, sonda olmayacaktı! Yüklenen rollerin değişmesi ve sırtından atılması için bekleyen onca yükü kaldıramayan diğer kadınlar gibi…
Ayşenur DÜRLÜ